NUR DİYARINA HOŞGELDİNİZ!
NURDİYARI Maksadımız; Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu ispat etmek, Kur'an güneşinin üflemekle söndürülemeyeceğini göstermek. Bu konuda ortaya atılan şüpheleri yok etmek ve bu sayede müminlerin Kur'an'a olan imanlarının artmasına vesile olmaktır. YARDIM ve İNAYET ALLAH'TANDIR.

SON DAKİKA HABERLERİ

KADERE İMAN VCD SETİ REKLAM FİLİMİ

EVLİLİK KADER Mİ? KADER DEĞİŞİR Mİ? KADERİMDE GÜNAH İŞLEYECEĞİM YAZILI İSE BENİM SUÇUM NE? CENNETE VEYE CEHENNEME GİDECEĞİM BELLİ İSE BU İMTAHAN NİÇİN? BUNLAR VE BUNLAR GİBİ CEVAPSIZ ZANNEDİLEN BİRÇOK SORUNUN CEVABI BU SETTE

REKLAMINI SEYRETTİĞİNİZ BU VCD SETİ HİZMET MAKSATLI HAZIRLANMIŞTIR. İSTEYEN HERKES BU ESERİ "http://www.marmaraegitim.org" SİTESİNDEN VE ÇOK YAKINDA SİTEMİZDEN ÜCRETSİZ OLARAK İNDİREBİLİRSİNİZ.

AMA ŞUNU UNTMAYALIMKİ BU Bİ HİZMET VE HİZMETLER ONLARA DESTEK OLANLAR SAYESİNDE DAHA FAZLA HİZMET ETME İMKANI BULUYORLAR. İMKANI OLANLAR ALLAH RIZASI İÇİN BU HİZMETE DESTEK OLSUN.

YARDIM VE İNAYET ALLAHTANDIR.

VESVESE VE KURTULUŞ ÇARELERİ VCD SETİ REKLAM FİLMİ

VESVESE NEDİR? ŞEYTAN İNSANA NİÇİN VESVESE VERİR? HARAM VE ÇİRKİN GÖRÜNTÜLERİ HAYAL ETTİRME SURETİNDEKİ VESVESE

REKLAMINI SEYRETTİĞİNİZ BU VCD SETİ HİZMET MAKSATLI HAZIRLANMIŞTIR. İSTEYEN HERKES BU ESERİ "http://www.marmaraegitim.org" SİTESİNDEN VE SİTEMİZDEKİ VESVESE VE KURTULUŞ ÇARELERİ BAŞLIĞI ALTINDAKİ LİNKLERDEN ÜCRETSİZ OLARAK İNDİREBİLİRSİNİZ.

AMA ŞUNU UNTMAYALIMKİ BU Bİ HİZMET VE HİZMETLER ONLARA DESTEK OLANLAR SAYESİNDE DAHA FAZLA HİZMET ETME İMKANI BULUYORLAR. İMKANI OLANLAR ALLAH RIZASI İÇİN BU HİZMETE DESTEK OLSUN.

YARDIM VE İNAYET ALLAHTANDIR.

ESHAB-I KİRAMIN ÖRNEK HAYATI

CEVAPSIZ ZANNEDİLEN SORULR CEVAPLARINI BULUYOR

Sevgili Arkadaşlar

Marmara Eğitim Tarafından iman hakikatleri ve günümüz insanlarının cevabını aradığı ve kafasını kurcalayan olan birçok mesele ilk kez görsel formatta hazırlanmıştır.

*Kadere İman(konu başlığı) Kaza veKader nedir? Kader değişir mi? Evlilik kadermidir? İnsan kaderin mahkumu mudur? Cüz-i irade nedir? Kaderimde Günah işleyeceğim yazılı ise benim suçum ne? Cennete veya cehenneme gideceğim belli ise bu imtihan niçin?

BU ve bunun gibi birçok sorunun cevabının verildiği ve kaderle ilgili hazırlanmış ilk görsel çalışma.Toplam 6 adet vcd.

*Vesvese ve kurtuluş çareleri(Konu başlığı) Vesvese nedir? Şeytan niçin vesvese verir? Haram ve çirkin görüntüleri hayal ettirme suretinde ki vesvese İmani meselelerde Şüphe suretinde gelen vesvese ve kurtuluş çaresi Amellerin en iyi suretini araştırmaktan meydana gelen vesvese ve kurtuluş çaresi Şeytanın amelin sahih olup olmadığı hususunda verdiği şüphe ve daha detaylı birçok şeytan hilesi ve bu bunlardan kurtuluş çaresi çareleri ile ilgili hazırlanmış ilk görsel çalışma.Toplam 3 adet vcd

*Kurana İman (konu başlığı) Kuran beşer sözüne benzemez Düşmanları dahi Kuranın Kemalini tasdik etmiştir Kuranın usandırmaması ve kolayca ezberlenmesi Kuranın alemde yapmış olduğu inkılap Kuran kelimelerindeki sayısal uygunluk Edebiyatın dahi alimlerinin şehadeti Kuranda hata ve tezatların olmaması

Alt başlıkları ile kuranın Allah kelamı olduğuna bir çok delille ispat eden müstesna bir eser. Toplam 3 adet vcd

*Gizlenen Gerçekler (Konu Başlığı) Ehli kitap Hz.Muhammed (s.a.v.)'i kendi evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar İncil Hz.Muhammed (s.a.v.)'in geleceğini müjdeliyor Tevrat Hz.Muhammed (s.a.v.)'in geleceğini haber veriyor Zeburda Hz.Muhammed (s.a.v.) Yabancı filozofların Hz.Muhammed (s.a.v.) hakkındaki görüşleri Peygamber efendimizin (s.a.v.) Risaletinin delillerinden birkaç damla

Semavi Kitapların tahrif olunmalarına rağmen Peygamber efendimiz (s.a.v.) den haberleri İncil, Tevrat, Zebur ayetleriyle ispat ediliyor. Toplam 4 adet vcd.

*Kuranın Mucizevi Haberleri (Konu Başlığı) Haman ve eski Mısır yazıtları Rum'un zaferi Hz.Musa ve denizin yarılması Firavunun cesedi Nuh tufanı, İrem şehri ve sebe halkı Mekke'nin fethi Kuranın geçmişte yaşanmış olaylardan haber vermesi Kuranın günümüz medeniyet harikalarından birçoğundan haber vermesi konularını ele alarak Kuranın Allah kelamı olduğunu ispat eden bir eser. Toplam 3 adet vcd

*Esma-ül Hüsna (konu başlığı) Alemin yaratılışındaki hikmet Kainat kitabını okumak En Güzel isimler Allahındır Allahı isim ve sıfatlarıyla tanımak Allah(cc) ismi şerifi ve özellikleri Er-Rahman isminin alemdeki tecellisi Er-Rahim isminin alemdeki tecellisi

Allahın esmasının Ele alınacağı; Cenab-ı Hakkı tanıtmak, Cenab-ı Hakkı bildirmek ve mahlukatta Cenab-ı Hakkı göstermek maksadıyla hazırlanmış tamamlandığında toplam 33 vcd olacak bu müstana eserin ilk vcd si ALLAH,RAHMAN RAHİM hazırlanmış ve diğerleri için yoğun bir çaba sarf edilmektedir. Her cdde 3 isim ele alınacaktır. Üç isim 1vcd (Her üç isme bir vcd olmak üzere)ve 33 vcd komple Esma seti olarak iki ayrı formatta sunulacaktır.

YARDIM VE İNAYET ALLAH'TANDIR.

1 Kasım 2007 Perşembe

EVLİLİK KADER MİDİR?


Evlilik kader midir? sorusu çok garip bir sorudur. Bu soruyu ancak Allahın ezeliyetini ve ilminin nihayetsizliğini bilmeyenler sorabilir. Çünkü "evlilik kader midir?" demek;Allah bu iki kişinin evleneceğini ezelde biliyor muydu? demektir.
Zira kader, Allah'ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah'ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekanı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O halde sorumuzun cevabı, "evlenmek elbette kaderdir." olacaktır.
Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:
1- Allah, ezeli ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüzi iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır.İlim maluma tabidir kaidesiyle Bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir.Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır.Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.
2- Bazen de, ya bir şükür, yada sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın, Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa, bu, kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa, bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir.
Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüzi iradeleri esas alınmamaktadır.Başka bir ifadeyle;ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen Iztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O halde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.
1- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise, kul niyetinin mükafatını görür. 2- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah ta onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüzi iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükafat, kötü bir iş ise ceza görür. 3- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah'ın dilemesiyle yaratılan fiiller; Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder.
İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüzi iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır.Bazen ise 3. gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir. Ve Allah'ın ezeli takdiridir.

KADER DEĞİŞİRMİ?




Kader değişir mi? Bu soru, bir çok insanın cevabını vermekte zorlandığı bir sorudur.
Zira "Kader değişir dese; Kader; Allah'ın ilminin bir unvanı olduğundan, "kaderin değişmesi" demek; Allah'ın ilminde bir artma veya eksilme manasına geleceğinden mümkün değildir.
Mesela, Allah onun öleceğini bilirken ve öyle takdir etmişken, o kimse ölmese, yani kaderi değişse, bu takdirde Allahın ilminde bir değişiklik olmuş, Allah'ın bildiği bir şey gerçekleşmemiş, bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur ki, bu da Allah'ın ilim sıfatında bir artma ve eksilmeyi netice verir, bunun ise Allah hakkında düşünülmesi doğru değildir.
Demek kaderin değişmesi, Allah'ın bildiği şeyin kaza edilmemesi yani yaratılmaması, ve bilmediği bir şeyin meydana gelmesi manasına gelir ki, bu mümkün değildir.
O halde kaderin değişmeyeceğine, Allah'ın bilgisine muhalif bir şeyin olamayacağına itikat etmemiz gerekir.

6 Ekim 2007 Cumartesi

HZ. MUHAMMED'İN İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ

Tevhid akîdesinin sarsıldığı her zaman dilimi, karanlıktır. Zira, semâvât ve arzın nûru olan Allah (cc) inancının, bütün sînelere hakim olmaması, ruh ve vicdanları simsiyah hâle getirir. Böyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hâdiselere bakış keyfiyeti miyop ve bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dünyada, hep yarasalar gibi yaşayacaktır.

Din ve dine ait bütün esaslar temelinden sarsılmış, semâvî dinler de bizzat o dine tâbi olanlar tarafından tahrif edilmiş bir dönemde, belki birkaç muvahhid, isimlendiremedikleri, bilemedikleri, dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah (cc)’a inanıyorlardı; ama sesleri o kadar zayıf çıkıyordu ki, hiç mi hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Cahiliyede Putperestlik

Bütün müşrikler Ka’be’ye doldurdukları putlarına kullukla övünüyor ve teselli oluyor. İçlerinde az bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah (cc)’a yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ettiklerini söylüyorlardı. Bir âyette bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“ Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”
(Zümer, 39/3)

Böylece, insanın yapısında bir önemli emanet olarak yerleştirilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha kötüye kullanılmış oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, Güneş’e, Ay’a, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta, helva ve peynir gibi yenecek nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.

Bu temelsiz düşünceyi ve bu köhneleşmiş anlayışı Kur’ân-ı Kerîm şöyle dile getirir:

“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ diyorlar. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir” (Yûnus, 10/18).

“Dikkat et, hâlis din ancak Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz’ (diyorlar). Şüphesiz ki Allah ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3).

Bir de bu sapık düşüncelerine mazeret arıyorlardı. En büyük mazeretleri de atalarını bu işleri böyle yapar bulmalarıydı :

“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Atalarının akılları hiçbir şeye ermemiş ve doğruyu bulamıyor iseler de mi?..” (Bakara, 2/170).


Kız Çocuklarının Dramı

Cahiliye devrine ait bir başka kötülüğü de Kur’ân-ı Kerîm şöyle anlatır :

“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur.) Bak ne kötü hüküm veriyorlar!..” (Nahl, 16/58-59).

Evet, onlardan herhangi biri kız çocuğu olduğu müjdesini aldığı zaman, öfkeden yutkunup duruyor.. bu yüzden de yüzü simsiyah kesiliyor ve bu acı müjdeden dolayı halkın içine çıkıp görünmekten de utanıyordu. O böyle bir haberi o kadar kötü buluyordu ki, kaybolmak, gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddütler içinde bocalıyor ve bir karar veremiyordu: Ya cemiyet içinde düştüğü horluğa katlanıp o çocuğu hayatta bırakacak veya şerefini temizlemek için (!) o kız çocuğunun vücudunu ortadan kaldıracaktı.

İşte kadın cahiliye döneminde böylesine hor görülüyordu.. ve bu hor görme ve küçümseme, sadece cahiliye Araplarına mahsus da değildi. Roma ve Sâsâni imparatorluklarında da durum aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslâm’ın, cahiliye Arapları arasındaki kadınlık dünyasıyla alâkalı o müthiş tesbit ve inkılâbı, aynı zamanda topyekün dünya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.
Evet, ilk defa Kur’ân, bu tür canavarlığın önüne çıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun çocukların öldürülmesini yasaklıyor:

“Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz.” (En’am, 6/151).

Sanki Cenâb-ı Hakk onlara şöyle diyordu: Çocuklarınızı niçin öldürüyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran Benim. Görmüyor musunuz, yeryüzü, binler sofralar halinde hazırlanıp sizin emrinize sunuluyor. Gökyüzü sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin için sevkedip oradan yağmuru ve kar’ı yağdıran, sonra da zemin yüzünde milyonlarca türde bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Bütün bunları gördüğünüz halde, hangi vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna düşüyor da çocuklarınızı öldürüyorsunuz. Sakın unutmayın; böyle yapanlar Allah (cc)’a hiç mi hiç muhatap olma liyâkatına eremeyecekler ama; birgün o masumlar muhatap kabul edilerek, hangi cürümleri sebebiyle öldürüldükleri, kendilerine sorulacak ve evlatlarını öldüren o zalimler de, bu zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir. İşte “Diri diri toprağa gömülen çocuklarınıza ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda” (Tekvir, 81/8-9) mealiyle verdiğimiz âyet o müthiş ürperticiliğiyle bize bu devrin ahlâkını anlatmaktadır.

Bir gün bir sahâbî, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şöyle dile getirmişti: “Ya Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine ‘bunu giydir, dayısına götüreceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evladı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti). Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.”

Adam bunu anlatırken Allah Resûlü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi:

“Be adam Resûlullah’ı, hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz, adama: “Bir daha anlat” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu(1). Allah Resûlü hâdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslâm’dan evvel böyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslâm’ın size kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!”
Bu acılardan acı misâlde görüldüğü gibi, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; hergün çölün karanlıklarında binbir fezâyiin yanında bir de derin derin çukurlar kazılıyor ve nice masum çocuk onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çoktan geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin dişleri arasında paralanmaya mahkumdu. Cemiyet bunalımlar içindeydi. Bu bunalımlara “dur” diyecek kimse de yoktu.
Değişen Değerler

Evet, cemiyet öyle bir hâle giriftar olmuştu ki;
- bütün insanî değerler ters yüz edilmiş,

- fazîletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazîlet gibi itibar görmeye başlamıştı.

- Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş çalım çakıyor; koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu.

- Fuhuş, zina, ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. Haseb ve nesep bütün bütün kuruyup gitmişti.

- İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi.

- İnsanları hor görmek, aşağılamak normal bir hâdise gibi değerlendiriliyor, çeşit çeşit spekülasyonlarla insanlığın kanını emmek marifet ve akıllılık sayılıyordu.

İşte bütün bu olup bitenlere “dur!” diyecek bir “İksir Sözlü”ye ihtiyaç vardı. İhtiyaç o derece şiddetli idi ki, birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisinin risalet vazifesiyle gönderilmesine bâdi oldu ve O’nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet, Dev Şair Ahmed Şevki’nin de dediği gibi:

“Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık oldu. Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve senâ var”

Karanlık olan zaman ve mekan, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği ışıkla tebessüm eden bir gül demeti haline geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O’nu karşılarken:

“Seniye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her duâ ve da’vette bulunan, duâ ve da’vette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vacib oldu” 3.

Bütün bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı. Evet işte tertemiz nâsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri terennüm ediyorlardı.


1) Bkz. İbn Kesir Muh. 3/82.2) Müslim Faraiz 14.3) Bkz. Müslim Faraiz 14, Buharî Tefsir-i Sure-i Ahzab 33, İstikraz 11 - Müsned 3/311.

ÜSTAD BEDÜZZAMANIN SON DERSİ

Aziz kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ:

Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya'da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî'de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes'ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.Düsturdur ki: "Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes'ul olamaz." İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. onun içindir ki, âlem-i İslâm'da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk'a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz." Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir." deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur'andan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Bir mes'ele daha var. O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur'ana göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: "Biz şimdi Avrupa'nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz." dediler. Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret sû'-i ihtiyardan gelse kat'iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû'-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû'-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir." İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû'-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeğe sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat'iye ile, sû'-i ihtiyardan neş'et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.

Bununla beraber zamanın ilcaatı ile zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid'alara tarafdarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek "zaruret var" zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. onun için kuvvetimizi dâhilde sarfetmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur Talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatlar itibariyle, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur'un neşri her tarafta kanaat-ı tâmme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek; vatan, millet maslahatına tamamen zıddır.Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men'etmiştim. "Öldükten sonra neşrolunsun" demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tedkik ettiler; sonra beraet verdiler. Mahkeme-i Temyiz, o beraeti tasdik etti. Ben de bunu dâhilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim."Said, meşveretle neşredebilir." dedim.

Üçüncü Mes'ele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur'anın "Rahmeten lil-âlemîn" olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah'a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev'-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki; o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur'anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur'ana muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmağa başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. "Dinsiz bir millet yaşamaz" hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-ı halde yaşanmaz. onun için Kur'an-ı Hakîm, bu asırda bir mu'cize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirdlerine bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin'i, hem yarı Avrupa'yı ve Balkan'ları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur'an-ı Hakîm'in bu dersidir ki; o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm'ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için Cenab-ı Hakk'a şükür Kur'an-ı Hakîm'in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu'cize-i Kur'aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altıyüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri anarşilikten kurtarmağa bir derece vesile olduğu gibi, İslâm'ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab'ı birleştirmeye, bu Kur'anın kanun-u esasîlerini neşretmeğe vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur'an'a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes'ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah'ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur'an-ı Hakîm'dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır. Şimdi Allah'a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki; o eserlerin neşrine mani' olmadı; hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını isbat eden Risale-i Nur'a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı; naşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men'olduğum gibi- men' edileceğim. onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenüşşer deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenüşşer olarak bakınız. Daha azamüşşerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû'-i fehmiyle, dikkatsizliği ile Risale-i Nur'un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu, dediler: "Bu müddeiumumînin kızıdır." O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur'un, o mu'cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur'un Kur'andan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk'a şükür, o azamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes'ele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nur'un bîçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlahiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar, isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor. "Senin bu vaziyetin nedir?" diye soruldu, "Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?" Cevaben dedi:

Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes'ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır. Meselâ: Harb içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur'an-ı Hakîm'in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine "Defteri çıkar!" diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur'anın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terketmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

O kardeşimize sorduk: "Bu acib ihlası nereden ders almışsın?"

Demiş:
İki noktadan:Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi'nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek'at sonra o­nlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harbde bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak'ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiba' ediyoruz.
İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü Celcelutiye'nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani' olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.
İşte bu bîçâre, ömrü bu zamanda hodfüruşluk içinde yuvarlanan bîçare kardeşiniz de; hem Sebeb-i Hilkat-ı Âlem'den, hem Kahraman-ı İslâm'dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur'anın esrarına ehemmiyet vermekle, harb içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur'anın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

Said Nursî